Önceki yazımda TJOD 2019 Kongresinde yaptığım sunumda, önemli gördüğüm iki ayrı malpraktis olgusunu ele aldığımı belirtmiş ve bu olgulardan ilki hakkında değerlendirmelerde bulunmuştum. Bu yazımda ise sunumdaki diğer olguyla ilgili görüş ve değerlendirmelerimi ifade etmek istiyorum. Bu olguda, ilk gebeliği olan kadın İstanbul’da özel bir hastaneye getirilmiş ve görevli kadın doğum uzmanı tarafından sezaryen ameliyatına alınmıştır. Ancak doğumdan sonra hastanın her iki böbreğinde de işlev kaybı gelişmiş ve bu nedenle hasta tarafından Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulmuştur. Olayla ilgili olarak Cumhuriyet Savcısı tarafından Adli Tıp Kurumu 2. Adli Tıp İhtisas Kurulundan “hekimin kusurunun olup olmadığı” yönünde bilirkişi görüşü alınmıştır.
Adli Tıp Kurumu 2. Adli Tıp İhtisas Kurulunun raporunda “…bebeğin sezaryen ile doğurtulmasının tıbben uygun olduğu, sezeryan sonrası gelişen akut böbrek yetmezliği ve kronik böbrek yetmezliğine neden olan durumun mevcut verilerle tespit edilmediği, dolayısıyla bu durumun herhangi bir tıbbi kusur ya da ihmalden kaynaklanmayan komplikasyon olarak nitelendirildiği, davalı kadın doğum uzmanı ve diğer hekimler tarafından hastanın şikayetlerine ve klinik bulgularına yönelik gerekli muayeneler, tetkikler ve konsültasyonlar yapılarak uygun tedavinin yapıldığı, sağlık çalışanlarına atfedilecek kusur bulunmadığının…” bildirilmiş ve nihayetinde bu görüşe dayanarak Cumhuriyet Savcısı tarafından kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiştir.
Yine bu olguda da hasta tarafından Cumhuriyet Savcısının kovuşturmaya yer olmadığı kararına karşı sulh ceza hakimliğine itirazda bulunulmuş, ancak itiraz kabul edilmemiştir. Böylece hastanın şikayeti ile bağlayan olağan ceza muhakemesi süreci tamamlanmış, kovuşturmaya yer olmadığı kararı kesinleşmiştir.
Bu sefer hasta tarafından önceki yazıda ele alınan diğer vakada olduğu gibi Adalet Bakanlığı’na başvurularak, hekim lehine verilen kararın kanun yararına bozulması istenmiştir. Adalet Bakanlığı hastanın talebini uygun görmüş ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan kanun yararına bozma talebinde bulunması istenmiştir. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nden kararı kanun yararına bozması istenmiştir.
Bu süreçte hasta tarafından iki ayrı uzman mütalaası alınmıştır. Bu görüşlerin Adli Tıp Kurumu raporu düzenlenmeden önce mi yoksa daha sonra mı alındığı hususu tarafımızca tespit edilememiştir.
Alınan uzman görüşünden birincisi bir tıp fakültesinin kadın doğum anabilim dalında görev yapan öğretim üyesi tarafından hazırlanmıştır. Kadın doğum uzmanı profesörün raporunda, hastada sezaryen ameliyatı sonrası hipertansiyon ve karaciğer enzimlerinde yükselme, trombosit ve kan değerlerinde düşme devam etmesine rağmen, kan ürünlerinin erken verilmemesi, ağır kanamaya bağlı hipovolemik şoku düzeltecek girişimlerde yeterli düzeyde bulunulmaması ve cerrahi ya da atoni sonrası kanamaya bağlı olarak gelişen bu durumun kadın doğum uzmanı dışındaki branş hekimlerince değerlendirilmemiş olması kusur olarak nitelendirilmiştir.
İkinci uzman görüşü ise adli tıp ve genel cerrahi uzmanı olan bir başka öğretim üyesince hazırlanmıştır. Bu raporda ise sezaryen sonrası böbrek fonksiyon kaybına yol açan ve hastayı diyalize bağımlı hale getiren akut böbrek yetmezliğinin kan kaybı kökenli olduğu, hekim tarafından komplikasyonun fark edilip yönetilmesinde eksiklik olduğu, laboratuar bulguları belli etmesine rağmen (kadın uzmanı hekimin) bizzat kendi uzmanlık alanı dahilinde gelişen bu komplikasyonu belirlemede ve müdahalede ortalama beklenen özen ve dikkati göstermede yetersiz kaldığı ifade edilmiştir.
Neticede dosyada Yargıtay 12. Ceza Dairesinin önüne geldiğinde üç ayrı raporu ihtiva etmektedir. Bunlardan Adli Tıp Kurumunun raporunda hekimin kusurlu olmadığı ifade edilmiş ve Cumhuriyet Savcısı bu rapora göre kovuşturmaya yer olmadığı kararı vermiştir. Tıp fakültesi öğretim üyelerinden hem kadın doğum uzmanının hem de genel cerrahi ve adli tıp uzmanının raporunda hekimin kusurlu olduğu belirtilmiştir.
Neticede raporlar arasında bir çelişki bulunduğu sonucuna ulaşan Yargıtay 12. Ceza Dairesi raporlar arasındaki çelişkinin giderilmesi için Adli Tıp Genel Kurulundan rapor alınmasını isteyerek kararı kanun yarına bozmuştur.
Yargıtay 12. Ceza Dairesinin kararından Adli Tıp Kurumuna da örtük bir eleştiri yöneltilmiştir. Yüksek Mahkeme kararında, taksirle işlenen suçlardan dolayı kusurluluk değerlendirmesinin ancak mahkeme hakimi tarafından yapılabileceği, bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiğinde dahi, bilirkişinin inceleme yetkisinin kusurlulukla ilgili olmayıp, işin tekniği ve norma aykırı davranışın belirlenmesi ile sınırlı olacağı ifade edilmiştir.
Yine Yüksek Mahkeme kararında bilirkişi raporlarının mahkemeyi bağlayıcı değil, delilleri değerlendirme vasıtalarından biri olduğu, mahkemelerin gerekçelerini açıklamak suretiyle bilirkişi raporlarına itibar edip etmeme hususunda takdir hakkına sahip olduğu, bilirkişi tarafından münhasıran hakimin yetkisinde bulunan kusurluluk konusunda herhangi bir değerlendirme yapılmaması gerektiği ifade edilmiştir.
Kanaatimizce bu kararın asıl önemli tarafı yargılamanın seyrinin uzman mütalaası ile değişmiş olmasıdır. Uzman mütalaası Ceza Muhakemesi Kanununun 67. maddesinin altıncı fıkrasında öngörülmüş bir kuraldır. Buna göre, yargılamanın tarafları yargılama konusu olayla ilgili olarak veya bilirkişi raporunun hazırlanmasında değerlendirilmek üzere ya da bilirkişi raporu hakkında, uzmanından bilimsel mütalaa alabilir.
Şüphesiz bu uzman mütalaaları da bilirkişi raporları gibi mahkeme bakımından bağlayıcı değildir. Bununla birlikte uzman mütalaasında ifade edilen görüşün tutarlı ve bilimsel olması ve raporun güvenilir bir uzmandan alınmış olması en azında hakimin ya da mahkemenin dikkatini çekecektir.
Ülkemizde uzman görüşleri çoğunlukla hatır amaçlı veya ücret mukabilinde hazırlanmaktadır. Genellikle raporu temin eden tarafın argümanlarını destekleyen bu raporların nesnelliğine şüpheyle bakılmaktadır.
Somut olayda Adli Tıp Kurumu raporuna karşı tıp fakültesi öğretim üyelerinden iki ayrı rapor alınmıştır. Adli Tıp Kurumu raporunda hekimin kusurlu olmadığı ifade edilmekle birlikte bu görüşün gerekçesi ortaya konulmamıştır. Adli Tıp Kurumu hastada gelişen böbrek yetmezliğinin sebebinin anlaşılamadığını söylemiştir.
Buna karşılık hasta tarafından alınan uzman görüşleri gerekçelidir. Nitekim kadın doğum uzmanı öğretim üyesinin görüşünde, sezaryen sonrasında hipertansiyon ve karaciğer enzimlerinde yükselme ve aynı zamanda trombosit ve kan değerlerinde düşme devam etmesine rağmen; “kan ürünlerinin erken verilmemesi, ağır kanamaya bağlı hipovolemik şokun düzeltilmesine ilişkin yeterli girişimlerde bulunulmaması ve cerrahi ya da atoni sonrası kanamaya bağlı olarak gelişen durumun kadın doğum uzmanı dışındaki branş hekimlerince değerlendirilmemiş olması” kusur olarak nitelendirilmiştir.
Benzer şekilde adli tıp uzmanı da akut böbrek yetmezliğinin sebebinin kan kaybı olduğunu, hekimin komplikasyonu fark edip yönetmesinde eksiklik olduğu, laboratuar bulgularına rağmen hekimin bizzat kendi uzmanlık alanı dahilinde gelişen bu komplikasyonu belirlemede ve müdahalede yetersiz kaldığı ifade edilmiştir.
Bu nedenle Yargıtay 12. Ceza Dairesi raporlar arasındaki çelişkinin çözülmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Şüphesiz Yüksek Mahkeme kanun yararına bozma taleplerinde yargılama yapmamakta sadece dosyadaki verilere göre bir değerlendirmede bulunarak bozma talebini ret ya da kabul etmektedir. Bu nedenle bu kararda hekimin kusurlu olup olmadığı hususunda bir yargıya varılmamış sadece raporlar arasındaki çelişkinin çözülmesi gerektiği belirtilmiştir.