Bilimsel yayınlar günümüzde akademik yükselmenin temel kriteri haline gelmiştir. Bu durum bazı açılardan eleştirilse de mevcut uygulamanın değişeceği yönünde bir işaret bulunmamaktadır. Elbette bahse konu yayınlar sadece akademik yükselme amacıyla yapılmamaktadır. Bu yayınlar, bir araştırmanın sonuçlarını bildirmeleri yönüyle bilimsel gelişmeye de katkı sağlamaktadır. Ayrıca bu yayınların önemli bir kısmı gerçek araştırmalara dayanmaktadır. Bununla birlikte bu yayınlarda zaman zaman sahte verilerin kullanıldığına, veri ve sonuçların tahrif edildiğine ilişkin haberlere de rastlanmaktadır. Bu türden etik ihlal içeren yayınlar, yazarlarının bilimsel güvenilirliğine gölge düşürmekle kalmamakta aynı zamanda yazarları hakkında ağır hukuksal sonuçlar da doğurmaktadır. Yazımızda bu sonuçlara da değinilecektir.
Bilimsel yayınlarda sahtecilik (fabrication) ve çarpıtma (falcification) en önemli etik ihlallerden ikisini meydana getirmektedir. Diğer önemli etik ihlal ise intihaldir. Birbirine benzer davranışlar olan sahtecilik ve çarpıtma, niteliği itibari ile intihalden farklıdır. Bu sebeple bu yazıda birlikte ele alınmışlardır. Bilimsel yayınlarda intihal ise bir başka yazının konusu olacaktır.
Bilimsel araştırma ve yayınlarda uygulanacak etik ilkelere ilişkin temel hukuksal düzenleme Yükseköğretim Kurumları Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Yönergesi’dir (Yönerge). Nitekim Yönergenin metninden, çıkarılış amacının, bilimsel araştırma, çalışma, yayın ve etkinliklerde uyulması gereken etik kurallarını belirlemek olduğu ifade edilmektedir.
Aynı Yönergenin 4. maddesinde bilimsel araştırma ve yayın etiğine aykırı eylemler hem gösterilmiş hem de tanımlanmıştır. Bu eylemler intihal, sahtecilik, çarpıtma, tekrar yayım, dilimleme ve haksız yazarlık olarak sıralanmıştır. Esasen bu eylemlerin her biri ayrı bir yazı konusu olabilecek önemdedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere bu yazımızda sadece sahtecilik ve çarpıtma eylemlerini ve bunlara bağlanan hukuksal sonuçları ele alacağız.
Sahtecilik
Adı geçen Yönergede sahtecilik, “Bilimsel araştırmalarda gerçekte var olmayan veya tahrif edilmiş verileri kullanmak” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda “gerçekte var olmayan veri” kavramı öne çıkmaktadır. “Gerçekte var olmayan veri” kavramı, bir bilimsel araştırmanın herhangi bir aşamasında elde edilmediği halde elde edilmiş gibi gösterilen bulgu ve sonuçlar olarak tarif edilebilir. Örneğin, yapıldığı iddia olunan bir klinik çalışma, laboratuvar çalışması veya deney hiç yapılmadığı halde yapılmış ve bu çalışmalardan belli veriler elde edilmiş gibi kimi sonuçlar yayınlanmış ise bu durumda “gerçekte var olmayan veri” kullanımından söz etmek yanlış olmayacaktır. Ancak “gerçekte var olmayan veri” kullanımında bir araştırmanın hiç yapılmamış olmasından ziyade eksik yapılması daha çok rastlanan sahtecilik şeklidir. Araştırmanın az sayıda hasta üzerinde yapıldığı halde daha fazla hasta üzerinde çalışılmış gibi yayın yapılması buna örnek gösterilebilir. Bu ihtimalde çalışmaya dahil olmayan hastaların “verileri” bir şekilde yayının amacına uygun şekilde uydurulmaktadır. Sahtecilik tanımı içinde bir de “tahrif edilmiş veri” kavramına yer verilmiştir. Ancak kanaatimizce “tahrif edilmiş veri” kavramını “sahtecilik” değil “çarpıtma” eylemi içinde ele almak daha doğru olacaktır. Nitekim bir grup klinik verinin aslında yazarca kabul edilen hipotezle veya elde edildiği iddia olunan sonuçla çelişmesi haline, bu klinik verilerin hipoteze veya ulaşılan sonuca aykırı bir şekilde tahrif edilerek kullanılması halinde esasen bir sahtecilikten değil çarpıtmadan söz etmek daha isabetlidir.
Çarpıtma
Yönergede, çarpıtma eylemi ise “araştırma kayıtları veya elde edilen verileri tahrif etmek, araştırmada kullanılmayan cihaz veya materyalleri kullanılmış gibi göstermek, destek alınan kişi ve kuruluşların çıkarları doğrultusunda araştırma sonuçlarını tahrif etmek veya şekillendirmek” şeklinde tanımlanmıştır.
Çarpıtma kavramı içinde geçen, “verilerin tahrif edilmesi” eylemine sahteciliğin tanımında da yer verilmiştir. Bu durum, mevzuat hazırlama tekniği bakımından sorunludur. Nitekim bir yayında “tahrif edilmiş veri” kullanımı tespit edildiğinde, bu eylemin “sahtecilik” mi yoksa “çarpıtma” mı olduğu tartışması ortaya çıkacaktır. Bu tür tanımlamalardaki belirsizlikler ya da sınırların muğlaklığı özellikle hukuki belirlilik bakımından önem arz etmektedir. Nitekim, çarpıtma eyleminin tanımında yer verilen bir diğer unsur da “araştırmada kullanılmayan cihaz veya materyalleri kullanılmış gibi göstermektir.” Tanımın bu unsuru ilave bir açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek ölçüde açık ve anlaşılırdır.
Yine, Yönergede “destek alınan kişi ve kuruluşların çıkarları doğrultusunda araştırma sonuçlarını tahrif etmek veya şekillendirmek” de çarpıtma eyleminin tanımına dahil edilmiştir. Şayet araştırma bir kişi veya kuruluşun desteği, yardımı, kolaylaştırıcılığı ile yapılmış ancak bu kişi ya da kuruluşun çıkarları doğrultusunda tahrif edilmiş ya da şekillendirilmiş ise yine “çarpıtma” eylemi işlenmiş sayılacaktır. Ancak bu unsur yönünden de bazı sorunlar bulunmaktadır. Zira, araştırma ve yayında bir kişi veya kuruluşun çıkarları doğrultusunda “şekillendirme” eyleminin hukuka aykırı sayılması için mutlaka bu kişi veya kuruluştan destek alınmasına gerek olmamalıdır. Karşılıksız olarak ya da muhtemel bir menfaat için, hiç destek alınmamış olsa bile bir kişi veya kuruluşun çıkarlarına uygun bir şekilde kayıt ya da verilerin “şekillendirilmesi” eylemi de suç teşkil etmelidir. Ayrıca destek alınan kuruluşun tespit edilmesi de her zaman mümkün olmayabilir. Bu durumda, “verileri şekillendiren” yazar hakkında hiç yaptırım uygulanmaması gibi sonuç ortaya çıkacaktır ki bu da Yönergenin çıkarılış amacına uygun düşen bir sonuç değildir.
Hukuksal sonuçlar
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 53. maddesinde “Bilimsel araştırmalarda gerçekte var olmayan veya tahrif edilmiş verileri kullanmak, araştırma kayıtları veya elde edilen verileri tahrif etmek, araştırmada kullanılmayan cihaz veya materyalleri kullanılmış gibi göstermek, destek alınan kişi ve kuruluşların çıkarları doğrultusunda araştırma sonuçlarını tahrif etmek veya şekillendirmek” eyleminin disiplin suçu teşkil edeceği hükme bağlanmıştır. Bu kuralda Yönergede gösterilen “sahtecilik” ve “çarpıtma” eylemlerine birlikte yer verilmiştir. Bir başka deyişle bu eylemlerin tanımları birleştirilmek suretiyle aynı disiplin suçu içinde gösterilmiş ve ortak bir yaptırıma bağlanmıştır.
Bu disiplin suçuna bağlanan yaptırım da aynı madde içinde belirtilmiştir. Buna göre Yönergede tanımlı “sahtecilik” ve “çarpıtma” eylemleri için Kanunda öngörülen yaptırım, kademe ilerlemesinin durdurulması veya birden fazla ücretten kesmedir. Burada, Kanun, Devlet ve vakıf yükseköğretim kurumları arasında bir ayrım yapmıştır. Aynı eylemi işleyen Devlet yükseköğretim kurumlarında görev yapan aylıklı öğretim elemanlarının bulundukları kademedeki ilerlemeleri, fiilin ağırlık derecesine göre bir ila üç yıl arasında durdurulacaktır. Buna karşılık vakıf yükseköğretim kurumları öğretim elemanları ise aynı eylemi işlemeleri halinde fiilin ağırlık derecesine göre üç ila altı ay süreyle brüt ücretinden 1/30 ila 1/8 arasında kesintiye gidilecektir.
Kanunda öngörülen yaptırımın Devlet ve vakıf üniversiteleri arasında paralel ya da denk olduğu söylenemez. Nitekim aynı eylemi işlemeleri halinde Devlet yükseköğretim kurumlarında çalışanlar için kademe ilerlemesi durdurulurken vakıf yükseköğretim kurumlarında ücret kesintisi yapılmaktadır. Bu durumda aynı fiil için ücret kesintisi yaptırımına tabi tutulmak daha avantajlı bir sonuç olacaktır. Her ne kadar “kademe ilerlemesi” uygulamasının vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının hukuki statüsünde bir karşılığının olmaması bu duruma neden olmuşsa da bunun yine de isabetli bir kanunlaştırma olduğundan söz etmek mümkün değildir. Gerçekten de “sahtecilik” ya da “çarpıtma” gibi son derece önemli ve ağır disiplin suçlarının yalnızca “ücret kesintisi” ile cezalandırılması suçlar ve cezalar arasında olması gereken makul oran ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Şüphesiz bu durumun meydana gelmesinde vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının statülerinin henüz tam bir hukuksal çözüme kavuşturulmamış olması başlıca etkendir.